25 Ocak 2015 Pazar

Blog yeniden başlayacak, az kaldı!!!1

Şu aralar en sık dinlediğim türküyü paylaşarak yeniden kayboluyorum. Yakında görüşürüz.


30 Nisan 2014 Çarşamba

Walter Mitty Üzerine Düşünceler

Daha önceki yazımda ve ondan önceki yazımda da belirttiğim üzere kariyer saçmalığı üzerine yazacağımdan söz etmiş, hatta bir önceki yazıma bu başlığı verip bir şeyler karalamıştım ama fark ettim ki o yazı sadece iş'te geçen bir günü anlatmaktan ibaret, olayın saçmalık boyutunu irdelemekten uzak (yine de haksızlık etmeyeyim, ufak da olsa iş hayatı üzerine düşündüklerimi de belirtmiştim). Bugün yeni izlediğim bir film üzerine yazmaya kara verdim ve başlığı daha önce Donnie Darko'da yaptığım gibi '' ..... Üzerine Düşünceler'' şeklinde yazdım, bundan sonra çeşitli filmler üzerine yazdıklarımda Donnie Darko'daki formatı devam ettireceğim.

Filme geçmeden önce son olarak belirtmeliyim ki bu yazıda da film üzerinden iş hayatı odaklı çeşitli analizler yapabilirim, hazır olun!


(Yazıya eklemek üzere google görsellerden filmin afişini ararken 70'li yıllara ait aynı filmin Danny Kaye'li bir afişini daha buldum, filmin bir ''yeniden çevrim (acaba böyle mi deniyor?)'' olduğunu da fark etmiş bulundum böylelikle.)

Life dergisinin fotoğraf negatifleri hazırlayan departmanında çalışan Walter Mitty'nin hayatına kısa bir bakışla başlıyor her şey. Kahramanımız alabildiğine sıradan bir beyaz yakalı New Yorker: dev bir plazada geçen rutin bir iş hayatı. Lakin karakterimiz hayal kurmayı pek bir seviyor, bütün bu sıkıcı günlük rutininde yaşadığı saçma olaylar, haksızlıklar karşısında gerçek dünyayla bağını bir an için koparıp çeşitli hayal sekanslarına geçiyor, bu hayallerde ise genellikle süper kahraman olarak görüyoruz kendisini. Ayrıca çalıştığı dergide hoşlandığı Cheryl'le bir türlü konuşamıyor, kızı bulmak için eHarmony isimli bizdeki siberalem'e benzer bir siteye üye oluyor ama site üzerinden bile kıza ulaşamıyor çünkü profili bomboş! Gene böyle günlerden birinde dergide bir değişiklik söz konusu oluyor ve film başlıyor: Life dergisi ''küçülmeye'' karar veriyor, tamamen internet yayıncılığına geçiliyor, şirket çalışanlarının büyük bir kısmı işten çıkartılmaya başlanıyor ve tüm bu süreci yönetmek üzere ''profesyonel'' bir yönetici ekip göreve geliyor. Bu ekibin görevi derginin yeni hayatında hangi çalışanlarla devam edeceğini belirlemek. Walter'ın işi zor, çünkü daha ilk gün bu yönetici ekibin başındaki sakallı denyoyla saçma bir sürtüşme yaşıyor asansörde. Ama Walter'ın tüm bu süreçte önemli bir görevi var: Life'ın son sayısının kapak fotoğrafını hazırlamak. Kapak fotoğrafını sıradışı fotoğraf sanatçılarından Sean Connelly çekip negatiflerini Walter'ın çaıştığı birime yolluyor ama bir sorun var: 26 fotoğraftan oluşan negatifin 25. fotoğrafı (kapak fotoğrafı) kayıp! Walter bunun üzerine kayıp olan 25. kareyi bulmak için yollara düşüyor (aynen bu şekilde belirtmem gerek).

Filmi izlerken aldığım çeşitli notlardan bahsedecek olursam:                                                                         (Not: Bundan sonra okuyacaklarınız spoiler içerebilir, filmi izlemediyseniz okumayabilirsiniz.)

1. Amerikan vatandaşı olmanın en önemli faydalarından biri dünyanın istediğiniz herhangi bir ülkesine vizesiz rahatlıkla gidebiliyor olmak olmalı. Kayıp 25. karenin peşine düşen Walter sadece pasaportu ve uçak biletiyle çat diye Grönland(Danimarka)'a, İzlanda'ya ya da Afganistan'a gidebiliyor.
(ileri demokrasilerde göremeyeceğiniz bir durum)

2. Benim açımdan önemli bir not (fazla kilolarına savaş açmış biri olarak), spor yapmanın önemi. Geçmişinde kaykay şampiyonluğu bulunan biri olan Walter Mitty'ye atıldığı macerada yardım eden faktörlerden biri sporcu geçmişi (ya da benim bu yaşımdaki kaykay merakım, çok mu geç kaldım lan kaykaya başlamak için? 25 yaş olmaz mı amk:/ )

3. Lütfen filmi izlerken önyargılı olmayınız. Başrolün ve yapımcının Ben Stiller olduğunu görünce burun kıvırdığımı itiraf etmeliyim, malum -hiç hazzetmediğim çöp filmler olan- romantik komedi deyince aklımızda beliren Ben Stiller kesinlikle harika bir iş çıkarmış. (Halbuki yine Ben Stiller'ın oynadığı The Royal Tenenbaum's da harika filmdi)

4. Filmdeki eHarmony sitesinin sahibini canlandıran tip feci şekilde işlerini yaptığımız bir firmanın elemanına benziyor ehehe.

5. Bir aralar gündemimizde olan İzlanda'da ki yanardağı hatırladınız mı? İsmini bir çırpıda söyleyebilecek olanlar için gelsin: Eyjafjallajokull! (Sahip olduğum ender süper yeteneklerden biri bu dağın ismini ezbere söyleyebiliyor olmam, valla lan, dağın adını hatırlamak için google'lamadım musaf çarpsın)

6. Karşımdaki kişi konuşurken konu beni hiç açmayan sıkıcı bir şey olduğunda konuşmadan tamamen uzaklaşıp dinliyormuş gibi görünüp önce konuşanın yüzündeki detayları incelemeye, sonra da bedenimi kişiyi dinler pozisyonda bırakıp hayal alemine geçiyorum, bunu yapan tek kişi olmadığımı biliyordum ama filmde Walter'ın hayal sekanslarını izlerken bu durumum aklıma geldi.Az önce bahsettiğim kişisel durumdan bağımsız olarak hayal kurmanın önemli ve de değerli olduğunu çok iyi biliyorum, film bir kez daha bana bunu vurguladı.

7. Henüz karşılaşmadığım denyo bir yönetici bir tipi var bu filmde. İşle ilgili bir bok bilmeyen ama yetki sahibi olduğu için sizin onca emeğinizin bir çırpıda amına koyabilecek tıynette insanlar var lan. 

Yazının sonuna gelirken adet olduğu üzere bir müzik paylaşmazsam olmaz, geçen yaz keşfettiğim İngiliz şarkıcı Olly Murs'ten ''Heart Skips a Beat''. Görüşmek üzere.

 






19 Nisan 2014 Cumartesi

Kariyer Saçmalığı vol.1

Nihayet kariyer saçmalamaya başlıyoruz, hazır mısınız?

(yalan kariyer fotoğrafı - bu fotoğrafa bakarken tatava yapma, ''yav he he'' de geç)

Sürekli ertelediğim kariyer konusu şu an açmam daha iyi olacak, çünkü pazartesiden bugün saat 14.00'e kadar tam bir haftadır bir işte çalışıyorum (haftaiçi -çok klişe olacak ama- sabah 8.00 akşam 17.00, cumartesi de iş durumuna göre çalışma ihtimali olabiliyor, nitekim bu hafta oldu), böylelikle hem eski işsiz hem de yeni çalışan olarak karşılaştırmalı bir analizle karşı karşıya kalacaksınız, kemerlerinizi bağlayın ehehe.


Çalıştığım yer bir dış ticaret ve gümrükleme bürosu, Mersin merkezli bir firmanın Adana şubesi. Trafik Şube Müdürlüğü'nden (ehliyet alınan yer, başka ne gibi bir işlevi var bilmiyorum) havaalanına doğru giderken sol tarafta bir dizi bahçeli villa tipi bürolar var ya, onlardan biri. İki katlı bu villaların genelde zemin katı büro olarak kullanılıyor, üst katta ise ev sahibi oturup kira geliri elde ediyor. Çalıştığım büronun ön bahçesi şirkete, arka bahçesi ise ev sahibine ait. Çıkıp nefes almak, sigara içmek ya da ofiste çalışırken ara sıra camdan dışarı bakmak için güzel, çünkü birazdan anlatacağım üzere çoğu kez beyin amcıklaması yaşıyorsunuz büroda.


Beki bu bürolar ne işe yarıyor, nasıl bir hizmet sağlıyor? Yerli firmalar ithalat ya da ihracat yapacakları zaman gelen ya da giden mallarını mevzuata uygun bir şekilde gümrük idarelerine bildirmek için beyanname hazırlamak zorunda, bu beyannameler ise gümrük müşavirlerinin işi. Tam bir uzmanlık ve tecrübe gerektiren bir meslek gümrük müşavirliği, bu mesleğe girebilmek için hukuk, iibf/sbf, endüstri müh. gibi okulları bitirip bir müşavirin yanında 3 yıl (1. yılın sonunda gümrük müşavir yardımcısı, 2 ve 3. yıllarına sonunda ise gümrük müşaviri olunuyor) çalışıp Gümrük ve Ticaret Bakanlığı'nın açtığı sınavları geçmeniz gerekiyor. Bu aşamaları geçince beyanname hazırlamaya ve firmaların gümrük işlerini takip etmeye kanunen yetkiniz oluyor, kendi büronuzu açabiliyorsunuz vs.

Bu genel girizgahtan sonra gelelim benim ne iş yaptığıma. Büroda çalışan gümrük müşaviri Mustafa abi ve oğlu Mahmut'a ofis işlerinde yardımcı oluyorum. Peki işte bir günüm genellikle nasıl geçiyor? Şöyle:

-Evrak tarama
-Fotokopi çekme
-Yazıcıya beyanname koyup yazdırma (basit gibi görünse de zor bir iş bu, ciddiyim, gerçekten)
-Şirketlerin faturalarını, araç bilgilerini, makbuzlarını, özet beyannameleri falan belli bir sıra dahilinde takım yapıp ataçlama, zımbalama
-Taranan evrakları bilgisayara kaydetme

Yukarıda maddeler halinde sıraladığım ofis işleri büyük özen ve dikkat gerektiriyor. Gümrük idareleri ota boka fotokopi istediği için fotokopi makinası başında ömrünüzü heder etmeniz işten bile değil (bakınız yukarıdaki hanımefendi). Fakat bu işin diğer ofis işlerinden bir farkı var -ki bence en güzeli- gün boyu büroda durmuyorsunuz, muhtemelen birkaç kez dışarı çıkmanız gerekecek ve aşağıda yazıdığıma benzer işleri yapacaksınız:

-THY kargo bölümüne gidip müşavirlik yaptığınız firmanın mallarının işlemlerini yapma ve ilgili firmanın mallarının depodan çıkıp araca yüklenmeye hazır olmasını bekleme
-Bu esnada söz konusu firmanın nakliye aracını bekleme
-Firmanın aracı geldiğinde malları araca yüklemeye yardım etme (kolileri taşırken beliniz kayabilir, aman dikkat)


-Kargo firmalarına gidip bir şeyler yapma (ne yapıldığını henüz kavramadım)
-İlgili firmaya (muhtemelen sanayi bölgesine) gidip evrak teslim etme

Ve en güzelini en sona sakladım:

-Bankada sıra bekleme, yihhuuu!


Ve son olarak eklemem gerekir ki bu işte en önemli olan şeylerden biri ehliyet sahibi olmak ve araç kullanabilmek (hatta mümkünse hem motosiklet hem araba kullanabilmek).

Dış ticaret bürosunda, gümrük müşavirinin yanında çalışan bir insanın bir günü aşağı yukarı böyle geçiyor.

Şimdi gelelim benim izlenimlerime:

-İş hayatı insanın ömründen ömür çalıyor, burada Paul Lafargue'ı saygıyla anıyorum (Tembellik Hakkı'nın yazarı).
-Evde oturmaktan daha iyi gibi görünüyor ama insanın belinin ve de ayaklarının amına koyuyor.
-İnsan acaip sorgulamalara giriyor hiçbir şey yapmadan beklerken.
-İş arkadaşlarım (ki sadece bir tanesi arkadaşım olacak yaşta aslında) çok iyi insanlar.
-Türlü türlü insanla konuşmak zorunda kalıyorsun, sosyal gözlem yapmak çok eğlenceli.

Özetle iyi ama yorucubir hafta geçirdiğimi söyleyebilirim. 

Son söz: KPSS'nin gözünü seveyim, kıymetini bilemedim amk :/


Şu aralar sıkça dinlediğim bir başka Bach eserini sizlerle paylaşmaktan gurur duyar, esenlikler dilerim canıms. Video adeta bir babalar geçidi, yaşayan en büyük yorumcular toplanmış: Martha Argerich, Evgeny Kissin, Yuri Bashmet, Michael Pletnev, Sarah Chang, Mischa Maisky...


(özellikle konçertonun 2. bölümü dramatik bir şaheser)

11 Nisan 2014 Cuma

Rüya

Bir önceki yazımda bundan sonraki yazının kariyer saçmalığı üzerine olacağını yazmıştım hatta bugün artık oturup yazayım diyordum ama başka bir şey var bugün, bir rüya.

Adana'dayım, internette İzmir'deki koromdan bir çağrı alıyorum, Ankara'da büyük bir konser yapılacak ve koronun bütün üyelerinin Ankara'da toplanması lazım. Bunun üzerine konsere katılmak üzere yola çıkıyorum ve Ankara'ya ulaşıyorum. (Tabi bu arada koro üyelerinin çoğu İzmir'de olduğundan konser için uzun süre prova yapmışlar, hazırlanmışlar, ''nasıl ayak uyduracağım?'' diye endişeleniyorum.) Akşaüstü veya öğle saatlerinde Ankara'ya ulaşıyorum ve Gizem'in evine geçiyorum çünkü konser sonrası geceyi Gizem'de geçirip Adana'ya dönmeyi planlıyorum. Gizem'le oturuyoruz, muhabbet ediyoruz, internette geziyoruz falan derken fark ediyorum ki konser saatini kaçırmışım! Acaip pişmanlık duyuyorum, acaba gitsem yetişir miyim diyorum (ki imkansız, konser çoktan başlamış) ama bir yandan da ''amaan nolcak sanki'' diyorum (iki zıt duygu?). Ama üzüldüğümün de farkındayım fakat çok takmıyorum bu konuya.

Sonra Adana'ya gitmek üzere Ankara otogarına gidiyorum, yanımda liseden arkadaşım Kübra da var, bilet alıyorum ama bilet satışı yapılan yerden otobüslere ulaşmak için ayrıca bir aktarma yapmam gerekiyor (havaalanlarında da olur ya, uçağa gitmek için otobüse binilir hani). Aktarma otobüsüne binmek için bekliyoruz Kübra'yla, etraf ana baba günü, acaip kalabalık ve otobüsler sıkış tepiş gidiyor ve herkes acaip acele ediyor geç kalmamak için. Sonunda Kübra'yla bir otobüse biniyorum ve yola çıkıyoruz (gittiğimiz yol açık hava değil, yer altında, beyaz soluk ışıklarla aydınlatılmış, duvarları eskimiş bir yer). Fakat otobüsteyken fark ediyorum ki valizimi almamışım! Gene de kendimi çok rahat hissediyorum ve ''amaan bir şey olmaz'' diy düşünüyorum ve Kübra'ya diyorum ki ''Kübracım ben valizimi unutmuşum, otobüsten indikten sonra ben yürüyerek gidip valizimi  alır gelirim, bu sırada sen yan koltuğu benim için tut ve otobüsün beni almadan gitmesine izin verme.'' diyorum ama Kübra buna şiddetle karşı çıkıyor, sorumsuzluğum için kızıyor ve ''Hayır olmaz, sen gidersen hayatta yetişemezsin, otobüs kalkmak üzere'' diyor. Ben gene de otobüsten inip yetişebilirim umuduyla hızlı hızlı aktarma otobüsünün geldiği yoldan geri dönüyorum ama koştururken bir an durup yolun gerçekten de çok uzun olduğunu fark ediyorum.

Bu enteresan rüyadan sonra lütfen bu şarkıyı dinleyiniz ve Türk müzik sektörünün günümüzdeki durumu için ağıtlar yakınız.


8 Nisan 2014 Salı

Donnie Darko Üzerine Düşünceler

Selam

Bir haftadır ağır bir grip yaşıyorum, iyileşme evresindeyim, çok şükür hastalığın kahredici kısmını atlattım ama hastalığın geçmesiyle beraber vücut direncinin çökmesiyle birlikte dudaklarımda uçuk çıkıyor (nam-ı diğer ''herpes''), yoğun bir Zovirax kullanımı sonrasında uçuklar kurudu ama hala acıyor. Bu arada fark ettim ki ne zaman Zovirax kullansam ağzımın tadı bozuluyor, ilacın saçma ve rahatsız edici bir yan etkisi olsa gerek.

Bu girizgahtan sonra başlığa da konu olan filme gelelim. Dün gece saat 2.00'de söz konusu filmi izlemeye başladım. Film bittiğinde fark ettim ki uzun zamandır izlediğim en etkileyici filmlerden. Hala etkisinden kurtulamadım, Mulholland Dr.'ı izlediğimde de benzer şekilde filmin büyüsüne kapılmıştım. Mulholland'ı bir daha izleyip film ve filmin hissettirdikleri hakkında da bir şeyler yazmaya karar verdim an itibariyle.



Neyse, filme dönelim. Şunu da hatırlatayım ki iflah olmaz bir empati özelliğim olduğunu düşünmekteyim, iyi bir şey gibi görünebilir ama bu duygu durumunun çok da güzel olmadığını düşünüyorum. İnsan bazen bencil bir şekilde kendini de düşünebilmeli, bu konuda her ne kadar nefret etsem de Ayn Rand'a hak verdiğim de oluyor. Diğerkâmlık, fedakârlık gibi duygular çok eleştiriliyor Rand'ın Atlas serisi romanında, tabi kendisi bunu kapitalizmi yüceltmek gibi bir alçaklık adına yapmakta. Ama üstüne düşünmeye değer yine de.

Filme dönelim ama yukarıdaki paragrafı yazma amacım, filmi izlerken kendimi filmdeki Donnie Darko ile özdeşleştirmem, yoğun bir empati kurmam idi. Film esasında paralel evrenler ve zaman yolculuğu konularına eğiliyor, bu tür konulara meraklı bilimkurgu izleyicisi açısından çok şey vaat ediyor ama beni ilgilendiren mesele Donnie'nin yaptığı sistem eleştirisi. Bilhassa orta yaşlı kadın beden eğitimi öğretmeni tiplemesi, bu karakterin olaylara yüzeysel ve Amerikan bakışı, kurulu eğitim düzenini genç beyinlerde az da olsa yıkmak isteyen bir başka öğretmen karakter olan edebiyat öğretmeninin öğrencilere okuttuğu kitaba yönelttiği eleştiri (dolayısıyla azıcık farklı olmanın genelgeçer düzende yarattığı hazımsızlık), duyguları ''korku'' ve ''sevgi'' arasında sınırlayıp faşizan bir şekilde tek tip insan yaratma çabası... Ek olarak saçma sapan çöp fikir müsveddeleriyle milleti siken ''kişisel gelişimci'' karakter (ve bu karakterin esasında çocuk pornosu ticareti yapan bir orospu çocuğu çıkması ne kadar da manidar değil mi?). Ve tüm bunlara karşılık liseli Donnie'nin bu iğrençliklere sağlam ve beklenmedik bir şekilde eleştirisi.

Şu an düşünüyorum da, kurulu düzeni az çok eleştiriye tabi tutan ve ve yığınlardan farklılığını ortaya koyan insanların hemen marjinal (ki marjinal kavramı Alfred Marshall'la iktisat literatürüne giren, bu bilimin temel kavramlarındandır, kavramın yaşadığı anlam kaymasına sebep olanların Allah belasını versin) denilerek küçümsenmesi, ''solcu bunlar yeaa'' diyen ırzını siktiklerimin türemesi, sol değerlerin sistemli bir şekilde pespayeleştirilmesi ve halk karşısında küçük düşürülmesi (''zaten bu gominisler karılarını paylaşıyomuş ehehe'' gibi) ve ülkemiz özelinde solun malesef CHP ile özdeşleştirilmesi, tipik statükocu, laikçi, postal yalayıcı dallama CHP seçmeninin kendini solcu addetmesi... Neyse yahu, nereden geldim buraya? Ha, şunu diyorum ki sürüden az çok ayrılan insanların karşılaştığı bu yoğun nefret insanı insanlıktan ve dünya düzeninin bu şekilde sürüp gitmesine sebep olan dallamalardan tiksindirmez de ne yapar?

Bir sonraki konu, ''kariyer'' saçmalığı olacak. Yarın görüşmek üzere. Veda ederken Bach'ın en yoğun, en duygusal, dramatik müziklerinden birini dinlemenizi salık veririm. Klasik bir Bach müziği gibi bu müzikte rahatsız edici (kulak siken) matematiksel bir kontrpuan yok (gerçi var ama çok ön planda değil), yoğun bir dramatizasyon var.

1 Nisan 2014 Salı

Yine yine yeniden merhaba

Slm cnm nbr yha?

Yeniden blogumla beraberim. Çağla İtalya'dan geleli bir sene oldu, bundan sonra kişisel takılacağım.

Burada benim KPSS 2014 A Grubu ve kamu kurum sınavlarına hazırlanmam ve de kilo vermem ile ilgili süreci izleyebilirsiniz (tabi eğer böyle bir şey isterseniz).

Yazının başlığına atfen şu şarkıyı dinleseniz hiç fena olmaz:


Bu arada Mansur Yavaş Ankara'yı kazanırsa bilgisayar başında seymen oynayacağım. #savaşgardaşımsavaş

Yarın görüşürüz.

1 Aralık 2012 Cumartesi

Tekrar başladım

Merhaba

Bloga aylardır girmiyorum, bir bakayım dedim bugün. Az zamanda çok ve büyük işler yapmışım ama devamı gelmemiş. Yeni bir hevesle, belki daha çeşitli içerikler ekleyerek blogu diriltme kararı aldık (ben ve kendim).

Bugünkü yazı, ağırlıklı olarak Çağla'dan gelen güzelim İtalya fotoğraflarından oluşsun istedim. Kolay mı, aylardır yazmıyorum yahu! Başlangıcı sevgili Umut Sarıkaya ile yapmak istiyorum:



Let the show begin!


Elin gavuru ne güzel sokakta eğleniyor, biz de sokak eğlencesi Taksim'de yılbaşında turistleri taciz etmekle özdeş amına koyim.


Another sokak musicians... Çağla, Mado'nun karşısında dandik şarkılar çığıran şahsı hatırladın mı :) o değil de, lisede böyle olmak vardı, ne biçim pirim yapardım be. Gerçi şimdi de iyi kötü müzisyen sayılırım ama Schoenberg'le, Brahms'la prim yapılmıyor bu topraklarda. O değil de, siayset biliminin de ekmeğini yemedim hiç, var mı oturup Foucalt'dan, Thomas More'dan konuşacağım insan? Neyse, bir sonraki fotoğrafa geçiyoruz:


Anaaam Çağlacığım mı o :) Yok yok, John Lennon'un yeğeni olsa gerek. Almış arkasına da Taş Köprü'yü ehehehe :)




Köprüyü de nasıl sahiplenmiş, her an ''Buraları eskiden bizimdi, babam kumarda kaybetti.'' diyecek gibi. 


Muhtemelen bir kapitalizm eleştirisi, saygılar sunuyorum İtalyan solculara, aferim.


İtalya'nın yağmuru da bir başka. Aa bak ne geldi aklıma, Alplerde yaşam da bir başka:



Alpler olduğu kadar Alp'lerde de yaşam bir başka, hatta bambaşka, bize de bekleriz efem.

Daha yazılacak çok şey, eklenecek çok fotoğraf var, ama bugünlük bu kadar yeter diyor, Çağla'dan yeni haberler ve de fotoğraflar bekliyoruz. Esen kalın efendim, kib öptm by